Dünyadaki ülkeler arasında en düşük doğum oranına sahip olan yer, insanlık tarihi ve toplumsal yapılar açısından dikkat çekici bir fenomeni temsil ediyor. Bu durum, özellikle gelişmiş ülkelerde evlilik, kariyer, yaşam standartları ve bireysel tercihler gibi faktörlerin değişimiyle ilintili. İnsanların çocuk sahibi olma konusundaki tutumları, yalnızca kişisel tercihler ile sınırlı kalmayıp, aynı zamanda ekonomik, sosyal ve kültürel dinamiklerle de şekilleniyor. Peki, bu en az doğuran ülke neresi ve insanlar neden çocuk sahibi olmaktan çekiniyor? İşte bu soruları yanıtlamak için yapacağımız derinlemesine inceleme.
Dünyanın en az doğuran ülkesi olarak bilinen Japonya, son yıllarda yaşlanan nüfusu ve düşen doğum oranlarıyla dikkat çekiyor. 2021 verilerine göre, doğum oranı 1.34 çocukla, Japon devletinin kendine belirlediği hedeflerin çok altında bir seyir izliyor. Ayrıca, Japonya'nın yanı sıra Güney Kore gibi Asya ülkeleri de benzer doğum oranlarıyla bu manzarayı genişletiyor. Bu ülkelerdeki düşük doğum oranları; kariyer odaklı yaşam tercihleri, ekonomik zorluklar ve giderek artan bireysellik gibi faktörler tarafından etkileniyor.
Özellikle Japonya’da kadınlar, eğitim alanında büyük başarılara imza atarken, kariyerlerine odaklanarak aile kurma fikrini erteleyebiliyorlar. Kadınların iş gücüne katılımının artması, çocuk sahibi olma kararını bir türlü hayata geçirememelerine sebep olabiliyor. Çalışan kadınların, çocuk bakımını üstlenme konusunda karşılaştıkları zorluklar ve toplumda var olan iş-yaşam dengesi konusundaki açıklık, bu durumun bir başka boyutu olarak karşımıza çıkıyor. Bu durum, yalnızca ailelerin büyüklüğünü değil, aynı zamanda toplumun genel yapısını da tehdit eden bir durum haline gelmekte dir.
Ekonomik koşullar, düşük doğum oranları üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptir. Yüksek yaşam standartları ve mali yükümlülükler, özellikle genç çiftleri çocuk sahibi olma kararlarından caydırabilir. Japonya örneğinde olduğu gibi, gençler iş bulma ve güvenli bir kariyer oluşturma kaygıları içinde, çocuk sahibi olma kararını sürekli erteliyorlar. Genç kuşaklar, bireysellik ve kişisel özgürlük arayışında oldukları için çocuk yetiştirmenin getirdiği sorumlulukları göze almak istemiyorlar.
Ayrıca, toplumdaki toplumsal algı ve beklentiler de önemli bir faktör. Çocuk sahibi olmanın getirdiği maddi ve manevi yükümlülükler, özellikle kadınlar için bazı toplumsal baskılar doğuruyor. Çocuk yetiştirmenin, kariyerle çatışabileceği ve annelerin bu nedenle işlerini kaybetme korkusuyla karşı karşıya kalabileceği gerçeği, toplumun genelinde yaygın bir korku haline gelmiş durumda. İş gücünde kadınların yeri giderek daha önemli hale gelirken, çocuk sahibi olmanın getirdiği sorumluluklar göz önünde bulundurulduğunda, birçok kadın bu durumu sorguluyor.
Sonuç olarak, “Dünyanın en az doğuran ülkesi” konusundaki tartışmalar, yalnızca bireysel tercihlerle değil, aynı zamanda bir dizi karmaşık sosyo-ekonomik etkenle de ilişkilidir. Kariyer hedefleri, ekonomik koşullar, toplumsal algılar ve kadın-erkek eşitliği gibi konular, bu sorunun çok boyutlu yapısını anlamamıza yardımcı olmaktadır. Dolayısıyla bu ülkelere özgü çözümler ve politikalar geliştirilmesi gerekliliği, geleceğin toplumsal yapısını oluşturmada önemli bir yer tutacaktır.
Bu bağlamda, dünyanın en az doğuran ülkesinin sadece demografik bir istatistik olarak algılanmaması gerektiğini unutmamak gerekiyor. Gelecek nesillerin yetişmesini ve sağlıklı toplumsal yapılar kurulmasını sağlamak adına, çocuk sahibi olma kararının toplumlar tarafından nasıl destekleneceği üzerine düşünmek, tartışmak ve uygun politikalar geliştirmek büyük önem taşıyor.